Hiç âşık oldunuz mu? Ya da sevdiğiniz çok yakın biri öldü mü? Şayet bunlardan en az birini yaşamadıysanız, hayatta her şeyin ne kadar boş olduğunu da bilemezsiniz.
Evet. Bu birbirine hiç de benzemeyen iki olgu aslında bizim için aynı görevi görüyor ve birbirine denk birçok şeyi de barındırıyorlar. Aşkı hissedince her şey boş, ölümü hissedince de her şey boş, bunu anlar insan.
Birbirine zıt istikamette ilerleyen bu iki olgunun tam ortası ise “sıfır” noktasıdır. Yani yokluk, hiçliktir. Bir insan bu sıfır noktasında başlar hayata. Ölüm ya da aşk, hiç fark etmez, hangisine yaklaşırsa o kadar anlam kazanır benliği. Anlar o zaman bu hayatın ölüm ile aşktan ibaret olduğunu ve gerisin geri her şeyin boş olduğunu.
Bir insanın hayatı bu iki olguyu mutlaka tatmak üzere kurulmuştur. Ölüm nasıl ki kaçınılmaz ve vuku bulması gereken bir şey ise insanın aşkı tatması da bir o kadar zorunludur. Tatmaz ise, insan bir gerçek haline hiç bir zaman gelemez. Aşk bir varoluştur ve bittiği yerde ölüm başlar. Ölüm de bir yok oluştur ve bittiği yerde de aşk başlar. Arada kalan hiç bir şey yoktur. Bir insanın ne zaman âşık olacağı belli olmaz ve zaten kişi iradesi ile de olabilecek bir şey değildir. Kader çarkı döner dolaşır ve olması gereken anda ve mekânda kişiyi buluverir. Ölüm bir ecel ise, aşk da bir eceldir. Bir insan ne kadar geç ölürse o kadar çok şey yaşar bu hayatta ve aşk onu ne kadar erken bulursa o kadar derin hisseder hayatı.
Evlendiği halde, hayatında hiç âşık olmamış birçok insan vardır. Ama bir bakıyorsunuz ki bu kişiler er ya da geç yaşamaları gereken aşkı yaşamak uğruna yeri gelir eşlerini ve çocuklarını yüz üstü bırakıp o aşka doğru yola çıkarlar. Ölüme gidişat kadar aşka gidişat da çok doğal bir olaydır. Ölünce nasıl ki sevdiklerimizi geride bırakırız, aynı şekilde de âşık olduğumuzda sevdiklerimizi geride bırakırız. İnsanoğlu nasıl ki ölümü mutlaka tadıyorsa, aşkın mayasından da mutlaka almak zorundadır. Yoksa meyveye dönüşmeden dalından düşen çiçek gibi bir hiç olur. Âşık olup da ailesini terk eden insanların bu davranışına ister ahlaksızlık, ister günah deyin, bu sonuçta var olan bir şeydir. Ben bu terk edişin savunuculuğunu yapmıyorum. Sadece böyle bir şeyin var olduğunu söylüyorum.
İnsanoğlu elbette ki birçok kere âşık olabilir. Ama aşkın en olgun halini ilk defa hissettiğinde o mayalanma da gerçekleşmiştir. Kişi artık “var” olmuştur. O saatten sonra aşkın devamı gelmiş veya gelmemiş hiç fark etmez. Daha sonradan hissedilen aşklar var oluşu şekillendirme görevi görürler. En tehlikeli olanı ilk âşık oluştur. Sevdiklerimizden bile koparacak kadar keskin bir yazgıdır. Suçiçeği gibi bir şeydir. Ne kadar erken yaşta çıkarsa o kadar iyi. Daha sonradan çıkan suçiçeğinin insanı öldürme şansı daha yüksektir. Evlenmeden önce bir kez olsun birisine âşık olmuşsanız, korkulacak bir durum yoktur o zaman. Sizin kurduğunuz aile yaşamınız hiç olmazsa bu tehlikeden kurtulmuştur ve haliyle daha sağlam temeller üzerindedir. Şayet hiç âşık olmamışsanız ve bir şekilde birisi ile evlenmiş iseniz, işte o zaman Allah yardımcınız olsun. Aşkın eceli gelip de kapınıza dayandığında mecburen gideceksiniz, zira “var olmak” üzere bir gidiştir bu.
Bu noktada suçlanacak kimdir? Âşık olan mı? Âşık olunan kişi mi? Yoksa kader mi? Âşık olup da sizi terk eden eşinizi suçlarsınız. Peki, o zaman ölen eşinizi neden suçlamazsınız. Ya da suçluyorsanız ne kadar haklısınız? Sizce de ölüm karşısındaki çaresizliğimiz, aşkın karşısındaki çaresizliğimiz kadar gerçek değil midir? “Ölüme çare yoktur, lakin aşkımıza gem vurabiliriz” diyenler vardır elbette. Ancak benim bu konu üzere bahsettiğim “aşk” basit bir hoşlantı değildir. Cinsel içgüdü, cazibeye tutulmak gibi durumlardan beslenen bir aşk da değildir. “Ruh eşine kavuşup, mayalanıp tamamlanma halidir.” Söz konusu bir devamlılık yoktur bu merasimde.
Hepimiz bu dünyaya ruh eşlerimiz ile beraber gönderilmişizdir. Ancak biz bu dünyaya geldikten sonra, kendimize gelene kadar ruh eşimizi kaybettik. Uyandıktan sonra da farkında olmayarak arayıp dururuz o yüzden de. Âşık olduğumuz o ruh eşimiz çok mükemmel olmak zorunda da değildir. Hatta eskilerin söylediği bir hikâye vardır. “Bir gün bir çoban bir tezeğe âşık olmuş. Tezeği deliler gibi seviyormuş. Günlerce, aylarca, yıllarca koynunda saklamış. Artık aşkı o kadar başına vurmuş ki, bir gün dayanamamış, tezeği alıp yoğurdun içine ufalamış ve yemiş.” Size iğrenç ve akıl dışı gelmiş olabilir. Burada bu olayın gerçeklik payını hiç tartışmıyoruz. Aşkın istem dışı bir olgu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. O, istediği zaman bizi bulur ve istediği zaman da bizi terk eder. Biz hiç bir şey yapamayız bu hususta. Nefret, kontrol altına alınabilir bir duygudur, ancak aşk kontrolsüzdür ölüm gibi..
Âşık olduğunuz kişiye dokunamayacak kadar çok seversiniz. Hatta gözlerine bile bakamazsınız. Bir kişiye âşık olduğunuzu veya onun size âşık olduğunu anlamanın yolu da budur zaten. Ne siz ona dokunabilir veya bakabilir ne de o size. Hepimiz, vakit ve zamanın olmadığı yerde, Kal-u Bela’dayken yaratıcımızdan aldık aşkın cevherini. Yaratıcımıza âşık olmuştuk. Ona da bakamamıştık, çünkü bizi yok edecek kadar göz kamaştırıcıydı. Bugün gözlerine bile bakamadığımız, âşık olduğumuz kişi de aslında “O” nun gölgesidir. Dolayısıyla, ortada insan bedeni ile ilgili bir durum veya insani bir içgüdü yoktur. Ruha nakşolmuş bir hissiyat vardır. Öyle bir hissiyattır ki, ona kavuşmak uğruna yok oluşu kabulleniriz. Bu kabulleniş de çok anlamlıdır, çünkü ölüm ile aşk arasında bize kar kalacak başka hiç bir şey yoktur ki bunda tereddüt edelim.
Özkan Çelen
19.02.2011 02:42