Takdir edilmek, alkışlanmak, iltifat görmek... Bunlar değil midir yaşamak istediğiniz.? Bunlar için değil midir tüm çabalarınız ve çırpınışlarınız? Sigorta poliçelerinden sorumlu Handan Hanım, patronundan bir “aferin” almak için işe daha erken gelir ve kendisini öldüresiye çalıştırarak 8 saatlik işi 5 saatte tamamlar ve kalan zamanda da başka işleri yetiştirmeye çalışır. Öğrenci Mustafa, yarınki tarih dersinde tahtaya çıkıp Gazne hükümdarı Sultan Mesut’un Selçuklularla mücadelesini ezberinden döktürerek tarih öğretmeninin “Aferin Mustafa, sözlüne 100 veriyorum” sözcüklerini duymak için çıldırasıya ezber yapıyor. Garson Cemil, o gün 22 saat durmadan çalışıyor, müdürü ona “Bu restorandaki en vefalı ve çalışkan adamım sensin” desin diye... Bu listeyi uzattıkça eminim ucu dokunacak kişilerin sayısı da bir o kadar artacaktır. Benim sormak istediğim bazı sorular var. Neden başkaları bizi takdir etsin diye çabalıyoruz? Onlar bizi takdir etmediler diye, biz eksik mi olmuş oluyoruz? Sınavdan 35 aldınız diye, siz hakikatten de 35’lik bir öğrenci mi oluyorsunuz? Sınavdan 100 aldınız diye, en çok bilen siz mi oluyorsunuz? İşten atıldınız diye siz işe yaramaz biri mi oluyorsunuz? Çıkma teklifinizi reddetti diye siz çıkılamayacak biri mi oluyorsunuz?
İnsanlara soru sormayı çok severim. Yukarıdaki sorular elbette ki konumuzla ilgili olduğu için birbiri ardına sıraladım. O soruları kendinize sorduğunuzda cevabını size kendi benliğiniz verecektir. İşte hayatta en çok sormaktan zevk aldığım sorum. “Yaratanın bize vermiş olduğu en değerli özellik nedir?” Şimdi yazının burasında durun ve bu soruyu etraflıca bir düşünün. Bu soruyu insanlara sordum ve çeşitli cevaplar aldım. “Akıl”, “Sağlık”, “Güzellik”, “Yaratıcılık” vs.. dediler. Ben “Hmm..” dedikten hemen sonra onlar da aynı soruyu bana sordular. Hayatımızdaki en değerli şeyin ne olduğunun farkına varırsak çok daha mutlu oluruz. Ben buna inanıyorum. “Yaratanın bize vermiş olduğu en değerli özellik nedir?” Sorusuna cevabım da: “Kendini sevebilme yetisidir.”
Şimdi biraz düşünelim. Bu kadar şey dururken, bu nereden çıktı diyenleredir lafım. En değerli şeyin ‘aklımız’ olduğunu varsayalım. Çok akıllıyız. Mükemmel şeyler düşünüyoruz o akılla ve insanlara çok faydalar sağlayacak dâhiyane icatlar yapıyoruz. Akıl fışkırıyor bizden. Sorum şu: “Kendinizi sevebilme yetiniz yoksa kendinizi bir türlü sevemiyorsanız, ne işe yarar o kadar aklınız? Elbette ki insanları çok mutlu edecek güzellikler yaratıyorsunuz o aklınızla, ama kendinizden nefret ediyorsunuz, halinizden memnun değilsiniz. Yaratıcı sizi “kendini sevme özürlüsü” olarak yaratmış. Ne anlamı var aklınızın? Ne anlamı var sağlığınızın, eğer kendinizi bir türlü sevemiyorsanız? Ne işe yarar güzelliğiniz veya yakışıklılığınız, eğer siz kendinizi yakışıklı bulamıyorsanız?
Kendinizi sevebilme yetiniz yoksa bir anlamı var mı bunların?
Şimdi bir de şöyle düşünün. Yarım akıllının birisiniz, ama halinizden memnunsunuz. Bir bacağınız sakat, veya gözleriniz doğuştan kör, ama kendinizi çok seviyorsunuz. Kimse sizi güzel görmüyor ama siz kendinizi çok güzel görüyorsunuz. Kimse sizin başarılarınızı takdir etmiyor ama siz vicdanen çok başarılı biri olduğunuza inanıyorsunuz ve kendinizden çok memnunsunuz. Hayatın asıl gayesi mutluluk üzerine kurulmuşsa, alın size mutluluk.
Bir paragrafta mutluluğu atıverdim ortaya. Bu, bu kadar kolay olmamalı. Hayatta bazı gerçekler de var. İnsanların büyük çoğunluğu, hayatlarının genelini mutsuz yaşıyorlar. Mutsuzluklarının çok çeşitli sebepleri var. Şimdi sayar birileri bu sebepleri; sınavı geçememiş olmak, cüzdanını kaybetmiş olmak, bir trafik kazasında bir bacağından olmuş olmak, sevgili tarafından aldatılmış olmak, dayak yemiş olmak vs.. Bunların mutluluğu götürdüğünü ve yerine mutsuzluğu getirdiğini söyler biri de. Oysa mutluluk bir yere gitmiyor. O hep içimizde. Biz gittiğini sanırız çünkü önüne perde yapmışız bu yaşadığımız olumsuzlukları. Anne çocuğuna yemeğini yedirir, önüne de oyuncağını koyar ve gider mutfağa. Çocuk oyuncakla bir süre oynar ve sonra fark eder ki annesi yok ve onu bulamayınca ağlar. Oysa annesi başka gezegene bir daha dönmemecesine gitmemiştir. Aynı evdedir. Mutfaktadır. Sadece aralarında 20cm’lik bir duvar var. Çocuğun, annesini o an görmemesi, aslında annesinin yok olmadığı, tekrar geleceğine inanması için bir hayli zaman ve tecrübe gerekecektir.
Aynı durum mutluluk için de geçerlidir. Asıl sorun hayata nasıl gözlerle baktığımızdadır. Kaybettiğimiz şeyler zaten kaybolup gitmiştir. Bize düşen, henüz kaybetmediğimiz şeylere odaklanmaktır. İlkokul öğretmenimiz bir gün bize çok kızmıştı. Yapılan sınavdan hepimiz çok düşük notlar almıştık. Verilen ödevleri de sınıfın çoğunluğu yapmamıştı. O gün öğretmenimiz sinirinden bir dünya laf söylemişti bize. Ama o lafların içinden şunlar da geçiyordu. “Tabii, evde nasıl olsa reçel var, peynir var, zeytin var, çay var.. Sabah kalkıyorsunuz, mis gibi sıcak ekmekle afiyetle indiriyorsunuz midenize. Daha ne istersiniz ki bu hayattan? Notları ne yapacaksınız..! Varsın olmasın dersler, okul eğitim.. Reçel diye bir şey var şu hayatta, gerisi hikaye.. “
Öğretmenimiz benim şuan anlatmaya çalıştığım şeyi elbette kast etmemişti ama ben o gün bunu fark ettim. Öğretmenimiz çok haklıydı. Gerçekten de öyle. Yahu, reçel diye bir şey var şu hayatta. Ekmek kokusu var. Ben de ekleyeyim bari bir şeyler. Sevgili bakışı var. Güneşin doğuşunda kahvaltı, batışında akşam yemeği var. Mangal etini, kuru inciri, karpuzu ve muzu herkes bulamasa da, müzik var şu hayatta, hem de bedava. Isırmak var. Gülümseyen suratlar var. Kavuşmak var. Kaybolan bir şeyi tekrar bulmak var. Bir bebeğin serçe parmağınızı o minicik eliyle sıkması var. Daha neler neler var saymakla bitmez. Asıl mesele bunları görebilmektedir.
Diğer mesele de, kendimizi başka insanlara ispatlama derdimiz. En başından bahsettiğim konuyu şimdi irdeliyorum. Neden kendimizi başkalarına ispatlamaya çalışıyoruz ki? Onlar bizim hakkımızda bir yargıya vardıklarında sizce hep doğru mu yargılamışlardır? Ben böyle bir şeye inanmıyorum. Çünkü hayatta hiç bir şeyin kusursuz olduğuna şahit olmamışımdır. İnsanlar, doğrunun yanı sıra yanlış yargılarda bulunma potansiyeline de sahiptirler. Örneğin; bir öğretmen kalitesiz bir sınav kâğıdı da hazırlamış olabilir. Bu yüzden, kendimizi öncelikle kendimize ispatlamamız gerekiyor. Başarılı olduğumuzu, akıllı, vefalı ve iyi bir insan olduğumuzu ve daha nice güzel şeye sahip olduğumuzu öncelikle kendimize ispatlamamız lazım. Kendimizi kandırmadan, tamamen tarafsız ve vicdanen rahat bir şekilde yapmalıyız bunu. Eğer kendimizi önce başkalarına kanıtlamaya çalışırsak çoğunlukla mutsuz oluruz. Hayal kırıklığı yaşarız ve kendimize olan inancımız da zayıflayacağından, yaratıcımızın bize vermiş olduğu en değerli hediyenin, yani “kendimizi sevebilme yetimizin” üstünü örtmüş oluruz.
Özkan Çelen
08.09.2010 03:28